Sabah uyanıyorum ve kimse yok dükkanda. Henüz erken olması da etken tabi ki. Bakıyorum dükkanın kapıları sonuna kadar açık. Herhalde hiç hırsızlık vakası olmuyor burada ki bu insanlar böylecene bırakıp gidiyor dükkanı. Tuğrul’la haberleşiyorum fakat otobüs bulamazsın demişler Kaş’a ve o da başlamış pedallamaya. Ben de Saklıkent’i gezip ona doğru, Kalkan’a kadar, yaklaşayım diyorum. Başlıyorum önce Akdağlar’a doğru gitmeye, daha sonra da Akdağlar’a paralel gitmeye. İnişli çıkışlı ufak tefek yokuşların sonunda, yaklaşık 20 km sonra, güzel bir inişle Saklıkent’e varabiliyorsunuz.
Saklıkent’e maalesef bisikletle giriş yasak, halbuki orada bisikletimle poz
vermeyi çok isterdim L Olmuyor
maalesef ve ben giriyorum Saklıkent’e. Bu arada girişte öğrenci indirimi yapılıyor haberiniz olsun. Öğrenci kartı yada öğrenci belgesi bulundurmanız yeterlidir.
Ufak
fast-food yerinden sonra ipe tutunup vadiye geçtiğiniz o buz gibi su var ya, o
sıcak havada bile sizi dondurmaya yetiyor. Ayaklar daha sonra Spd’nin içinde
pişer, kavrulur diye çıkarıyorum Spd’yi. Belden aşağısı sıkıntılı bir hal
alıyor J Ama yine
de ıslanmak güzel. Bir de o ana kadar duş dışında suya girmediğim düşünülürse J Vadide epey bir yere kadar gidiyorum, belli bir
yerden sonra da ücretsiz çalışan rehber gençler var. Suyun içinde basacağınız
yeri adım adım bilen gençler. Bir tanesi önümde ki turiste yardım ederken ben
de takılıyorum peşlerine.
Evet önümdeki gruba takıldım ben de :-)
Taşlar
ayağıma batmaya başlayınca nolursa olsun diyorum ve giyiyorum çorabımı ve
Spd’mi. Vadinin karanlık yerine geldiğimizde yardımsız çıkılamayacak bir yere
geliyoruz. Yardım eden var fakat dönüşte suya atlamanız gerekiyor ve benim de
bel çantamda telefonum ve fotoğraf makinem var. Tur başından beri çektiklerime
kıyamıyorum ve risk edemiyorum. Mecburen geri dönüyorum.
Ama başka bir zaman burayı da aşıcam diye kendi kendime
kuruyorum kafamda J
Saklıkent’in
çıkışında balık satıldığını görünce yemek lazım diyorum. Balık ve kola gidiyor
mideye. Bu arada yemek yediğiniz yerde köşk diye tabir edilen sedirli yerler
yapılmış. Yemeği yerken ayağınızı buz gibi suya daldırabiliyorsunuz. Fakat
yemek yemeden oturursanız da yarım saatine 10 TL ücret ödüyorsunuz. Önce çok
mantıksız geliyor bu fikir ama düşününce, yani adam hiçbir şey yemiyor, içmiyor
ama boş yere saatlerce meşgul ediyor burayı. Öyle olunca da gelen turist
yararlanamıyor. Bizim insanımız da bu gereksizliği yapmaya meraklıdır
genellikle. E haklı bir karar bu yüzden.
Ankara’dayken Mustafa abi (Özkul) tarif etmişti, Kaş için
tekrar geri dönmene gerek yok, Palamutlar Köyü yolu’nda çıkabilirsin Kaş yoluna
diye. Zaten oraya giden yol da Milli Park girişinin yanından giden yolmuş. Hep
sağa dön bulursun dediler ama siz öyle yapmayın sakın. İlk önce sağa
dönüyorsunuz evet ve sağınızda nehir, üzerinde rafting(çik) yapanlara paralel
gidiyorsunuz ama daha sonra yol üstünde sağa dönen köprü geliyor karşınıza.
Eğer köprüden geçerseniz köy görünüyor, oraya gidersiniz muhtemelen. Ben soldan
devam ettim çünkü karşı şeritten gelen 2 araç görmüştüm ve benim yönümden de 1
araç gitmişti. Kendi yolumdan devam edip buluyorum Palamutlar Köyü’nü.
Saklıkent’e gidiş yolunda ve burada ilgimi
çeken şey şu: Belirli aralıklarla eski tip su sebilleri koyulmuş ve sürekli buz
gibi su mevcut. Herkes, her yolcu durup ihtiyacını karşılayabilir. Ben de soğuk
su tedariğimi burada yapıyorum. Palamutlar Köyü’nden sonra orman yolu başlıyor.
Araçlar
seyrekleşiyor ve tam istediğim gibi bir yol oluyor burası. Orman yolundan
çıkışımla tabelaya baktım ki Saklıkent
18 km. gösteriyor. Tabi ki hatalı olduğunu düşünüyorum bu tabelanın J Ana yola çıkıp sola dönüyorsunuz ve bembeyaz,
seralarla kaplı olan Kınık ilçesine varıyorsunuz. Çevrede evlerden ziyade
seralar mevcut.
Oradayken
Kınık Sodası aklıma geliyor ve acaba burada mı yapılıyor diyorum kendi kendime
ama hiçbir şekilde sodaya dair bir tabela göremedim yol üstünde. Kınık’ı bitirdiğinizde Patara 3 km. tabelası
görüyorsunuz ama bu tabelaya sakın itibar etmeyin.
Patara
ilçesine giriş yaklaşık 4-5 km olup, asıl plaja varışınız da bu ilçeden
yaklaşık bir 5 km daha tutuyor. Yani anayoldan itibaren plaja varışınız 10 km.
diyelim J Bir de
girişte, antik kente girişiniz dolayısıyla 5 TL veriyorsunuz. Giriş
ücretleriyle öpüle öpüle bi hal olduk zaten J Ücreti ödeyip girdiğiniz kapıdan itibaren yollar taş
döşeme. Arnavut kaldırım değil haa küp olan taşların bol çıkıntılı taraflarının
üstte olduğu bir yoldan bahsediyorum ve bu çıkıntılar da beni mahvediyor. Plaja
kadar bu şekilde ilerliyorum mecburen.
Plaj
girişinde Kaktüs İnciri diye bir şey satıyor adam. Tanesi 1 TL olan bu şeyden
yemesem olmaz J Adam ne
olduğunu karşıda ki kaktüsü gösterip tarif ediyor ve bir yandan da soyup bana
veriyor. Tadı oldukça güzel geliyor bana. Tamamen soyulmuş ve peçetede verilmiş
olduğu için 1 tane bile diken gelmiyor elime. O çevrede bulun ve yiyin mutlaka.
Plaja giriyorum ama kum üstünde yürümüyorum. Tabelanın oradan etrafı izliyorum.
Bu arada Tuğrul’la konuşurken biri dokunuyor omzuma. Bakıyorum bir kız ve
tanımıyorum. Arkamda ki yazıyı okumuş ve onunla ilgili soru soruyor. Bana
başarı diledikten sonra ayrılıyoruz. Ben de vakit kaybetmeden Kalkan’a gideyim
diyorum. Zaten anayoldan buraya epey bir yol geldim. (Önümde ki yolu bilsem
napardım kim bilir J)
Ana yola ulaşıyorum. Telefonumda ki lanet
Karayolları Haritasına göre Patara-Kalkan arası mesafe 1 km. Ben ise Patara’dan
çıkıp bir 5 km. yol gidiyorum ama Kalkan tabelası falan yok. Bir bakıyorum
karşımda sola doğru uzanan sağlam bir tırmanış. Benim yol ora olamaz ki, sahil
sağda kalıyor ve Kalkan da sahilde olduğuna göre benim yolum sağdan dümdüz
gitçek sahil boyunca, diyorum. Tabi bu benim düşüncem. Ve tabi ki yanlış
düşünmüş oluyorum. Yokuşu bir güzel çıkıyorum, hem de eşek gibi J Çıktıktan sonra da Kalkan ayaklarımın altında.
Çıktıktan
sonra da Kalkan ayaklarımın altında. Çıkıp indireceğine dümdüz yol yapsana
arkadaşım yaa. Yol mühendislerine de eminim tüm turcular sövüyodur J Birkaç km. inişin ardında Kalkan’a varıyorum. Asıl
liman bayağı aşağıda kaldığı için 1 gün sonrasında çıkmaya zor olur diye
girişte ki benzinlikle konuşuyorum. O an orada yetkili olarak muhasebeci var.
Tam durumu söylüyorum, görevi pompacı olan bi hıyar lafa müdahil olup liman
daha uygun olur onun için diyor. Ben oradan yer istiyorum adam bana başka
yerler tarif ediyor. Bastım gittim o sinirle Kalkan’ın dışına. Cepte 10 TL
nakit, şarjım az ve bankamatik yok etrafta. Kalkan çıkışında solda bir kamping
var ama kart geçerli değil dedi. Artık saat akşam 6 civarı olduğu için artık
kamp kurmam lazım ama arada da uygun yer yok. Koya kurcam ama sahil olmadığı
için ve etrafı tanımadığım için akşam sıkıntı olabilir. Ben de bastım Kaş’a.
Kalkan Kaş arası çok güzel koylar varmış ama hızlıca geçtim buraları. Kaputaj
Plajı bunlardan biri ve en bilineni.
Yollar
gayet düzgün olup sürekli kıyıdan ilerliyorsunuz. Sürekli gir-çık yapıyorsunuz
ama irili ufaklı da yokuşlar mevcut. Yalnız benim gibi akşama doğru bir vakitte
geçiyorsanız burayı, dikkat etmeniz gereken tek şey var o da: karaya doğru
gelip de, denize doğru çıkış yaparken çok sert rüzgar yiyorsunuz. Yüküm olduğu
halde çok kontrol kaybettim. Ama buna rağmen iyi bastım ve 1 saat 20 dk.’ya.
Kalkan’dan Kaş’a vardım. Kaş'a gelmeden yaklaşık 2 km. beride de bu güzel manzarayı gördüm ve çekmek için durdum. İyiki de durmuşum :)
Kaş’ın girişinden 1-2 km. kadar gittim ve
bir piknik masası buldum. Şehir merkezini bilmediğim ve daha zor durumda
kalacağımı düşündüm, Otogara gitsem malzemeler yürütülür ve rahatça uyuyamam
diye düşündüm. Bisikleti yanaştırıp kitledim ağaca, çıkardım uyku tulumunu,
serdim oturma yerine. Oturma yeri sırtımın eninden dar ve kollarım iki yana
sarkıyordu ama yapacak da bir şeyim yoktu.
Çaresiz
bir durumdaydım… Cebimde para yoktu, Telefonumun şarjı bitmek üzereydi ve
sabaha da daha çok vardı. En son anneme ve Tuğrul’a mesaj attım durumumu ve
nerde olduğumu bildiren ve kapadım gözlerimi. Bu arada telefon çaldı. Tuğrul
aramıştı ve ben de şarj bitmesin diye meşgule aldım, mesaj attım. O da bana msj
attı “Ben de Kaş’tayım” diye. Tuğrul’a ulaşmaya çalışıyorum ama ulaşamıyorum.
Sonradan öğreniyorum ki birkaç km. ilerimde J Hemen toparlanıyorum dediği yere gitmek ve onunla
görüşmek için. Ama tırsıyorum çünkü Tolga’yı daha yeni kaybettim. Tırsa tırsa
dediği yere doğru ilerliyorum. 5 dk. sürmüyor buluşmamız ve ayarladığı
kampinge, Can Mokamp’a yerleşiyoruz. Çadırları kurduktan sonra bana kendi
elleriyle yaptığı feneri veriyor. PowerLed ile yaptığı fener hem önümü hem de
bi 20 metre önümü aydınlatıyor. İyi göz alıyor aynı zamanda J Ellerine sağlık Tuğrul J
Önce,
açım diyorum. Merkeze, limana inip turluyoruz ve yemek için temiz görünen bir
yer buluyoruz. Yine pideye mahkumum ama bu sefer ki esaslı bir pide oluyor.
Limanı da bir turlayalım diyoruz, gözümüz gönlümüz açılıyor J Neyse canım çok kalmadan dönüyoruz kampinge ve duş
ihtiyacım için banyoya gidiyorum. Küçük bir duşakabin beklerken, abartmıyorum,
2*3 bir banyoya giriyorum. Kaç kişilik la burası gibi sorular aklıma geliyor J Her zaman dediğim gibi: Duş gibisi yok arkadaş yaa J Sonrasında Bar kısmına geçip telefonları şarj
ediyoruz. Tuğrulum daha ilk gününde yorgunluktan ölmekte olduğu için yatıyor.
Ben de Barda çalışan Fransız arkadaşla yaklaşık 1 saat muhabbet ediyorum.
Kendisi birazcık İngilizce ve birazcık Türkçe biliyor. 1 saat nasıl anlaştık,
ne konuştuk hatırlamıyorum valla J Yatmadan önce de sütümü içtiğim için rahatça uyuyorum
J (Masraf
22 TL)
10. GÜN
Sabah
olup da çadırları yavaş yavaş toplamaya başladığımızda, yanımızdaki çadırda
kalan çiftle de muhabbet ediyoruz ve benim geldiğim yerlere doğru
gidiyorlarmış. Ben de tecrübelerimi paylaştım, pişmanlıklarımı söyledim ki
onlar da es geçip pişman olmasınlar diye J Kaldığımız yerde, Can Mocamping’te kahvaltı etmeye
karar veriyoruz çünkü fiyatı 10 TL. Kalkıp başka yer aramak ve toparlanmak
ayrıca zaman kaybı olacaktı bizim için. Kahvaltı ederken küçük, güzel bir
ayrıntı dikkatimi çekiyor. Dondurmada kullanılan külahların minik halini kase
olarak kullanıyoruz ve içine reçel koyuyoruz J Gayet şık duruyor ve sonuna gelince mideye güzelcene
indiriliyor. Adamın karnının doymasıyla yüz ifadeleri değişiyo yahu :-D
Burayı sevmemize rağmen gidip gitmemekte kararsız kalıyoruz. Yazı-Tura
atıyoruz ve gitme kararı çıkıyor. Sizce de güzel bir yer değil mi ? :-)
Eşyaları
toparlayıp önce limana iniyoruz. Tekne ile gidilir mi diye araştırıyoruz, hem
tekne turu da atmış oluruz diyoruz ama maalesef öyle bir tur atılmıyormuş. Kaş’ın
arkasında kalan dağlardan yamaç paraşütçüleri atlıyor ve limana iniş
yapıyorlar, kısa bir süre onları izliyoruz ve yapamadığımız için hayıflanıyoruz
L
Limandan
dönüp de Kaş rampasını çıkışımız 11:30’u buluyor. Hal böyle olunca da sıcak
bizi mahvediyor. Bir de havanın sıcaklığına ek olarak yaklaşık %10’luk bir
rampa ve 11-12 km boyunca çıkış olunca iyice mahvoluyoruz.
Burada da yolun kenarından akan buz gibi dağ suyu vardı ve kısa bir süre beni serinletti.
Burada da Tuğrul yola bakıcam derken kenara bindiriyor :-) Sonra da yanıklarına bakıyor :-)
Arada
fotoğraf için durduğumuzda bir araba yanaşıyor yanımıza. Onlar da herhalde
fotoğraf çekilecek diyoruz ama onlar da bisikletçi çıkıyor. Benim bisikletin
arkasında ki yazıyı okuyorlar ve yanlış hatırlamıyorsam kendileri Tolga’yı
Başmakçı Bisiklet Festivali’nde tanımışlar. Yükümüzü taşımayı teklif ediyorlar
önce, ama daha sonra Kekova’da Kale’ye gideceklerini söylüyorlar ve biz de ne
olur ne olmaz diyerek, teşekkür edip yüklerimizi vermiyoruz. Neyse ki
çıkışlarımızın sonunda Kekova yol ayrımı tabelasını görüyoruz.
Kısa
bir çıkış ve uzun bir iniş, arkasına %7’lik bir rampa ve sonrasında uzunca bir
iniş. Ve 3. rampaya da tırmandıktan sonra nihayet Kekova’yı görüyoruz. Daha
doğrusu muhteşem bir yeşil-mavi sıralamasına şahit oluyoruz.
Kekova’ya indikten sonra direk limana çıkıyoruz ve orada da
dondurmacı Şükrü abiyle tanışıyoruz.
Sağ olsun
bir çok konuda yardımcı oluyor bize J Önce kalacak yer konusunda, Amerikalının bahçesini
söylüyor, daha sonra yiyecek yer tarifi konusunda ve burada kalmak yerine
Olympos’a gitmemiz konusunda J Dediği tam olarak şuydu: “Gençler burada hayat yok
ki, asıl hayat Olympos’ta. Ben haftada 2 gün oraya giderim. Siz en iyisi bir an
evvel oraya gidin J”
Tuğrul’a kalsa o laftan hemen sonra çıkıp, gece varacak Olympos’a J Önce kalacak yer bulmalı diye konuşuyoruz Tuğrul’la.
Daha sonra da tarif edilen yere doğru gidiyoruz fakat yol çok berbat,
bisikletle girilecek gibi değil. Tam geri dönecekken bir bayanla karşılaşıp ona
soruyoruz uygun bir yer. Burada pek uygun yer olmadığını söylüyor ama yakında
ki bir koyu söyleyip, orayı da görmemiz gerektiğini söylemeden geçmiyor.
Evlerin arasından geçip koyu buluyoruz. Fakat ikimiz de denize girmeye
üşeniyoruz. Girecen de kuruyacan da ohoooo, uzun iş J Biz de sadece ayaklarımızı sokup dinlendirmekle
yetiniyoruz. Ama denizin mavi rengi de çok hoştu.
Çok fazla oyalanmadan dönüyoruz tekrar Kekova’ya. Midemizi
doyurmak için bir yere oturuyoruz. Bu yerde bir yavru kedi var ki görülmeye
değer J
Pisi pisi diye seslendiğinizde ani ataklarla sizden ters yöne koşuyor. Dar
alanda acayip hızlı bir şekilde hareket ediyor J
Neyse efendim kalacak yer ararken en sonunda
denizin kenarında ki ufak yeri uygun buluyoruz. (Herhangi bir yere kuramadık
çünkü uyarmışlardı bizi akrep konusunda. Yazın akrep bolca bulunurmuş
oralarda.) Karşımızda ki tekneden biri sesleniyor: “Gençler pansiyon lazım
mı?”, biz de “Pansiyon bize tuzlu olur” diye cevap veriyoruz. ”Buraya gelin,
yardımcı olayım” diyor. Biz de hemen dalıyoruz marinaya. Kişi başı 20 TL’den
teknede kalın diyor. Önce tamam diyip yüklerimizi boşaltıyoruz, sonrasında
“Yanımızda birazcık nakit kalsın, yarın yola çıkacağız” diyoruz. Adama 2 kişi
için 30 TL ücret ödüyoruz. Yüklerimizi boşaltırken başka bir tekne sahibi de aç olup olmadığımızı, yeni yemek
yapıldığını söylüyor. Teşekkür ediyoruz çünkü daha yeni yemek yemişiz. Bu arada
her geçen kişi de bisikletimin arkasında ki yazıyı okuyor, bana soru soruyor,
ben de anlatıyorum dilimin döndüğünce. Kaptan köşkünün hemen önünde ki
güneşlenilen yere tulumlarımızı serip uyumaya çalıştık.
Çalıştık
diyorum çünkü tam anlamıyla deliksiz bir uyku çekemedik. Önce etrafta ki
ışıklar ve sesler bunu engelledi. Sonra ise horozlar. Yahu bir horoz sabah öter
ancak. Bunlar gece olmadan başladı ve zincirleme reaksiyon yapıyor. Bütün
horozlar sabah ezanına kadar öttü. Sanki dibimde ötüyor. Sabah ezanı ile de
köpekler ulumaya başlamaz mı L Mahvolduk o gece yaa L (Masraf 22 TL)
11. GÜN
Sabah
05:30’da kalkma konusunda anlaşıyoruz ama bakıyoruz ki burada hala gün
doğmamış, yine yatmaya devam ediyoruz. Saat 06:30 gibi hazırlığımızı yapıp yola
düşüyoruz. Kekova çıkışında ki rampayı tırmanınca fıstık ezmesi ve sandviç
ekmeğini çıkarıp bir güzel tıkınıyoruz Tuğrul’la beraber.
Önce
Demre, sonra Finike’yi geçmeliyiz ki ardından Kumluca ve Çıralı’ ya
gelebilelim. Ana yola, yani Kaş-Demre yoluna çıkana kadar sağlam yokuşların
olduğu fakat güzel de manzaranın ve sessizliğin olduğu yollardan geçtik. Bu
yollarda sadece kuş sesleri vardı. Hani insanın huzuru yakaladığı nadir
yerlerden biriydi desek yeridir J Yaklaşık 15-20 dakika kadar daha tırmanış yaptıktan
sonra Kaş-Demre ana yoluna ulaşıyoruz.
Ana yola
çıkmamızla beraber uzun bir iniş vardı önümüzde. İhtiyacımızın olduğu türden
bir iniş J
(Tuğrul’um bir gün öncesinde iyi çıkmış bu yolları J) Demre’ye vardığımızda, genelde seraların olduğu bir
ilçe karşılıyor bizleri. Öyle çok da turistin, kalabalığın olduğu bir yer
görünmüyor gözüme. Tuğrul’un 2 gün evvel
uğradığı benzinliğe girip, ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalışıyoruz. Sonrasında
da birazcık dinlenip yola koyuluyoruz.
Demre-Finike arası; güzel koyların ve Rus
kafileleriyle karşılaştığımız yolların olduğu bir güzergahtı J Yol boyunca destek alıyoruz insanlardan. İngilizce
konuşmayı beceremeyen Ruslarla da konuşup derdimizi, sordukları
ekipmanlarımızın ne işe yaradığını anlatmaya çalışıyoruz J
Finike’ye yaklaştık, orası görünüyor ama bir türlü varamıyoruz girintili
çıkıntılı koylardan. Ama ne olursa olsun çok güzel koylardan geçtik, bu koyları
unutmam mümkün değil. Finike’ye geldiğimizde acıktığımızın da farkına varıp
hemen girişinde ki lokantaya dalıyoruz. Tabi önce dışarıya asılan fiyatlara
bakıyoruz, öyle dalıyoruz içeriye. Yediğimiz 2’şer Lahmacun ile 2’şer kola
ve gelen toplam hesap 18 TL ama
mezeleri, salataları ile masa donatılıyor J
Haritadan baktığımıza göre Finike ve Kumluca arasında uzun bir yokuş var ama
bir türlü gelemiyoruz bu yokuşa. En sonunda Kumluca tabelasını da görünce
diyoruz acaba biz yanlış yola mı saptık J Çünkü Finike’den bu yana hep deniz kenarından ve
dümdüz bir şekilde yol aldık. En son yolu düzlemiş olabileceklerini düşünmeye
başladık ve rampadan kurtulduk diye sevindik J
Kumluca’nın
içerisinde markete girip sıvı bir şeyler alıp yolu soruyorum. Meğerse asıl
rampa Kumluca çıkışındaymış. Kumluca’nın çıkışına geldiğimizde ise hayatımda
ilk kez gördüğüm 5 rakamlı tırmanış tabelası karşılıyor bizleri J 11.450 m. tırmanış varmış. Nasıl yaaa :-S
Tırmanmaya
başladık ama güneş bir farklı yakıyor bizleri. Nasıl bir açıyla vuruyorsa artık
mahvediyor bizi. Neyse ki biraz ilerimiz daha gölgelik gözüküyor. Buradan
ilerlerken ileride 2 bisikletli görüyoruz. Birazcık basıyoruz acaba kimler
bunlar, Türk mü yabancılar mı diye. O arada da aklıma Yeliz geliyor. Acaba o mu
diyorum ama zenci teni gibi teni olan bi hatun var ilerimde. Yok o değil
diyorum ama heybesi, kaskı tam bi Yeliz. Artık yan yana gelince fark ediyorum
ki bu Yeliz J Selam
verince açıyor gözlerini. Meğerse o arada dalmış biraz da öyle gidiyormuş
yolda. İyi ki ben geldim de uyandırdım, yoksa yola öylecene gidecekmiş
garibim. Bir süre beraber yol aldıktan
sonra biz yavaşlıyoruz, Buffın emdiği ter, yine aşağıya, gözlerime akıyor ve o
tuz nasıl yakıyor gözleri anlatamam L Onları siliyorum, çeşme bulup buffı yıkıyorum derken
biraz zaman öldürüyoruz. Şahin Tepesi denen yeri geçtikten sonra yolun sağında
bulunan kaktüsleri görünce duruyorum hemen ve saldırıyorum kaktüs incirlerine,
tabii Tuğrul da boş durmuyor J
Ama bunun
ceremesini birkaç gün çektim maalesef L Öyle el yıkamayla falan gitmiyor çünkü dikenler.
Birkaç tane yiyip, birkaç tane de poşete attıktan sonra yola devam ediyoruz.
(Poşettekileri de Batı Ankara Grubumuza almıştım ama kimse yemedi sanırsam)
Tırmandıkça tırmanıyoruz ama yol bitmiyor anasını satıyım J Bir dinlenme tesisi görüp su alıyoruz. Hem eldeki
dikenleri götürmeye çalışıyoruz hem de kendimizi suluyoruz. Bu arada öyle bir
Rus hatun görüyorum ki şaşıp kalıyorum. Öyle dünya güzeli değil yanlış
anlaşılmasın. Henüz genç bir kız ve
bacak boyuyla toplam boyu benden uzun J Tuğrul’un deyişiyle: “Yok böyle bi bacak boyu yaa.
Kızın bacağı benim boyum kadar. İnsanlığımdan utandım, yerin dibine girdim J” Neyse ki buradan sonra çok tırmanış yok önümüzde. Olympos
yolu ayrımında ki polis ekibine soruyoruz işimiz garanti olsun diye. O da 2
giriş sonra olduğunu tarif ediyor ve devam ediyoruz yola.
Tuğrul
oldukça aç bir halde yol alıyor. Birkaç kere girip yemek yiyelim, gözleme falan
da olur diyor ama benim kendimi kaybettiğim anlardan birini yaşıyoruz yine. Çocuğu
aç bıraktım ya la J
Arkamdaki yüke rağmen 38-40 km. hızla ilerliyorum bir an evvel varmak için.
Tuğrul da arkadan bana yetişmek için basmaya çalışıyor J Sonunda Çıralı tabelasını görünce ikimiz de çok
seviniyoruz J
Buradan
sonra da çok riskli şekilde basıp iniyorum. Ana yoldan ayrılınca Çıralı
yaklaşık 8 km’lik bir mesafe ama sürekli inişin olduğu ve tehlikeli virajların
olduğu bir yol. Buralardan kesinlikle yavaş gidilmesi gerekiyor. Birkaç tane
ciddi kazayı kıl payı yırtıyorum.
Sonunda
Çıralı’ya varıyoruz ama sanırım yanlış yoldan ilerliyoruz. Kankamı yada Çağrı’yı tam olarak hatırlamıyorum kimi
aradığımı, birini arıyorum ve çevreyi tarif ediyorum. Meğerse yanlış yola
sapmışız. Daha sonra dönüyoruz ve bizi karşılamaya Vedat (Arıcı) kankam, Çağrı
(Yıldırım) ve Ayşe teyzem (Kunt) gelmişler, hoş gelmişler J Hep beraber kamp alanımıza gidiyoruz ve geri
kalanlarla görüşüyorum. Burada da Güzin ablam (Arıcı), Yeliz (Şimşek), Semih
(Çanga), Taha (Çanga) ve ilk kez gördüğüm Deniz abla var. Hemen çadırı kurup malzemeleri
atıyoruz ve kendimizi denize atıyoruz. Ama ben tabi ki yine kumsalda
güneşlenmeye devam ediyorum J Kamp alnına dönüp yemeklerimizi yedikten sonra tekrar
kendimizi o güzel Akdeniz akşamlarında ki Çıralı sahiline atıyoruz.
Bu resimde de Yeliz'in kafası ile benim boynumdan aşağısı birleşmiş gibi gözüküyor :-)
Yıldızları
izliyoruz uzun uzun… Yatma vakti gelince herkes çadırına çekiliyor ama bende
uyku yok, keza Tuğrul da hala uyanık. İkimiz de atlıyoruz demir atlarımıza ve
basıyoruz Çıralı’nın başına. Bunun nedeninin Kaktüs inciri olduğunu anlıyoruz.
Çünkü daha önce de Saklıkent-Patara Plajı arasında ki yolu geçtikten sonra, 1
tane kaktüs inciri ile bol yokuşlu ve rüzgar yediğim yoldan Kaş’a varmıştım J Mecburen uyuyoruz, yorgunluktan değil.
No comments:
Post a Comment