Thursday, April 24, 2014

İzmir- Antalya Turu (Fethiye- Çıralı)

9. GÜN

   Sabah uyanıyorum ve kimse yok dükkanda. Henüz erken olması da etken tabi ki. Bakıyorum dükkanın kapıları sonuna kadar açık. Herhalde hiç hırsızlık vakası olmuyor burada ki bu insanlar böylecene bırakıp gidiyor dükkanı. Tuğrul’la haberleşiyorum fakat otobüs bulamazsın demişler Kaş’a ve o da başlamış pedallamaya. Ben de Saklıkent’i gezip ona doğru, Kalkan’a kadar, yaklaşayım diyorum. Başlıyorum önce Akdağlar’a doğru gitmeye, daha sonra da Akdağlar’a paralel gitmeye. İnişli çıkışlı ufak tefek yokuşların sonunda, yaklaşık 20 km sonra,  güzel bir inişle Saklıkent’e varabiliyorsunuz.





    Saklıkent’e maalesef bisikletle giriş yasak, halbuki orada bisikletimle poz vermeyi çok isterdim L Olmuyor maalesef ve ben giriyorum Saklıkent’e. Bu arada girişte öğrenci indirimi yapılıyor haberiniz olsun. Öğrenci kartı yada öğrenci belgesi bulundurmanız yeterlidir.



   Ufak fast-food yerinden sonra ipe tutunup vadiye geçtiğiniz o buz gibi su var ya, o sıcak havada bile sizi dondurmaya yetiyor. Ayaklar daha sonra Spd’nin içinde pişer, kavrulur diye çıkarıyorum Spd’yi. Belden aşağısı sıkıntılı bir hal alıyor J Ama yine de ıslanmak güzel. Bir de o ana kadar duş dışında suya girmediğim düşünülürse J Vadide epey bir yere kadar gidiyorum, belli bir yerden sonra da ücretsiz çalışan rehber gençler var. Suyun içinde basacağınız yeri adım adım bilen gençler. Bir tanesi önümde ki turiste yardım ederken ben de takılıyorum peşlerine.









   Evet önümdeki gruba takıldım ben de :-)







   Taşlar ayağıma batmaya başlayınca nolursa olsun diyorum ve giyiyorum çorabımı ve Spd’mi. Vadinin karanlık yerine geldiğimizde yardımsız çıkılamayacak bir yere geliyoruz. Yardım eden var fakat dönüşte suya atlamanız gerekiyor ve benim de bel çantamda telefonum ve fotoğraf makinem var. Tur başından beri çektiklerime kıyamıyorum ve risk edemiyorum. Mecburen geri dönüyorum.


   Ama başka bir zaman burayı da aşıcam diye kendi kendime kuruyorum kafamda J
   Saklıkent’in çıkışında balık satıldığını görünce yemek lazım diyorum. Balık ve kola gidiyor mideye. Bu arada yemek yediğiniz yerde köşk diye tabir edilen sedirli yerler yapılmış. Yemeği yerken ayağınızı buz gibi suya daldırabiliyorsunuz. Fakat yemek yemeden oturursanız da yarım saatine 10 TL ücret ödüyorsunuz. Önce çok mantıksız geliyor bu fikir ama düşününce, yani adam hiçbir şey yemiyor, içmiyor ama boş yere saatlerce meşgul ediyor burayı. Öyle olunca da gelen turist yararlanamıyor. Bizim insanımız da bu gereksizliği yapmaya meraklıdır genellikle. E haklı bir karar bu yüzden.


   Ankara’dayken Mustafa abi (Özkul) tarif etmişti, Kaş için tekrar geri dönmene gerek yok, Palamutlar Köyü yolu’nda çıkabilirsin Kaş yoluna diye. Zaten oraya giden yol da Milli Park girişinin yanından giden yolmuş. Hep sağa dön bulursun dediler ama siz öyle yapmayın sakın. İlk önce sağa dönüyorsunuz evet ve sağınızda nehir, üzerinde rafting(çik) yapanlara paralel gidiyorsunuz ama daha sonra yol üstünde sağa dönen köprü geliyor karşınıza. Eğer köprüden geçerseniz köy görünüyor, oraya gidersiniz muhtemelen. Ben soldan devam ettim çünkü karşı şeritten gelen 2 araç görmüştüm ve benim yönümden de 1 araç gitmişti. Kendi yolumdan devam edip buluyorum Palamutlar Köyü’nü.
   Saklıkent’e gidiş yolunda ve burada ilgimi çeken şey şu: Belirli aralıklarla eski tip su sebilleri koyulmuş ve sürekli buz gibi su mevcut. Herkes, her yolcu durup ihtiyacını karşılayabilir. Ben de soğuk su tedariğimi burada yapıyorum. Palamutlar Köyü’nden sonra orman yolu başlıyor.



   Araçlar seyrekleşiyor ve tam istediğim gibi bir yol oluyor burası. Orman yolundan çıkışımla tabelaya baktım ki Saklıkent  18 km. gösteriyor. Tabi ki hatalı olduğunu düşünüyorum bu tabelanın J Ana yola çıkıp sola dönüyorsunuz ve bembeyaz, seralarla kaplı olan Kınık ilçesine varıyorsunuz. Çevrede evlerden ziyade seralar mevcut.



   Oradayken Kınık Sodası aklıma geliyor ve acaba burada mı yapılıyor diyorum kendi kendime ama hiçbir şekilde sodaya dair bir tabela göremedim yol üstünde. Kınık’ı  bitirdiğinizde Patara 3 km. tabelası görüyorsunuz ama bu tabelaya sakın itibar etmeyin.


   Patara ilçesine giriş yaklaşık 4-5 km olup, asıl plaja varışınız da bu ilçeden yaklaşık bir 5 km daha tutuyor. Yani anayoldan itibaren plaja varışınız 10 km. diyelim J Bir de girişte, antik kente girişiniz dolayısıyla 5 TL veriyorsunuz. Giriş ücretleriyle öpüle öpüle bi hal olduk zaten J Ücreti ödeyip girdiğiniz kapıdan itibaren yollar taş döşeme. Arnavut kaldırım değil haa küp olan taşların bol çıkıntılı taraflarının üstte olduğu bir yoldan bahsediyorum ve bu çıkıntılar da beni mahvediyor. Plaja kadar bu şekilde ilerliyorum mecburen.
 Plaj girişinde Kaktüs İnciri diye bir şey satıyor adam. Tanesi 1 TL olan bu şeyden yemesem olmaz J Adam ne olduğunu karşıda ki kaktüsü gösterip tarif ediyor ve bir yandan da soyup bana veriyor. Tadı oldukça güzel geliyor bana. Tamamen soyulmuş ve peçetede verilmiş olduğu için 1 tane bile diken gelmiyor elime. O çevrede bulun ve yiyin mutlaka. Plaja giriyorum ama kum üstünde yürümüyorum. Tabelanın oradan etrafı izliyorum. Bu arada Tuğrul’la konuşurken biri dokunuyor omzuma. Bakıyorum bir kız ve tanımıyorum. Arkamda ki yazıyı okumuş ve onunla ilgili soru soruyor. Bana başarı diledikten sonra ayrılıyoruz. Ben de vakit kaybetmeden Kalkan’a gideyim diyorum. Zaten anayoldan buraya epey bir yol geldim. (Önümde ki yolu bilsem napardım kim bilir J)


      Ana yola ulaşıyorum. Telefonumda ki lanet Karayolları Haritasına göre Patara-Kalkan arası mesafe 1 km. Ben ise Patara’dan çıkıp bir 5 km. yol gidiyorum ama Kalkan tabelası falan yok. Bir bakıyorum karşımda sola doğru uzanan sağlam bir tırmanış. Benim yol ora olamaz ki, sahil sağda kalıyor ve Kalkan da sahilde olduğuna göre benim yolum sağdan dümdüz gitçek sahil boyunca, diyorum. Tabi bu benim düşüncem. Ve tabi ki yanlış düşünmüş oluyorum. Yokuşu bir güzel çıkıyorum, hem de eşek gibi J Çıktıktan sonra da Kalkan ayaklarımın altında.



   Çıktıktan sonra da Kalkan ayaklarımın altında. Çıkıp indireceğine dümdüz yol yapsana arkadaşım yaa. Yol mühendislerine de eminim tüm turcular sövüyodur J Birkaç km. inişin ardında Kalkan’a varıyorum. Asıl liman bayağı aşağıda kaldığı için 1 gün sonrasında çıkmaya zor olur diye girişte ki benzinlikle konuşuyorum. O an orada yetkili olarak muhasebeci var. Tam durumu söylüyorum, görevi pompacı olan bi hıyar lafa müdahil olup liman daha uygun olur onun için diyor. Ben oradan yer istiyorum adam bana başka yerler tarif ediyor. Bastım gittim o sinirle Kalkan’ın dışına. Cepte 10 TL nakit, şarjım az ve bankamatik yok etrafta. Kalkan çıkışında solda bir kamping var ama kart geçerli değil dedi. Artık saat akşam 6 civarı olduğu için artık kamp kurmam lazım ama arada da uygun yer yok. Koya kurcam ama sahil olmadığı için ve etrafı tanımadığım için akşam sıkıntı olabilir. Ben de bastım Kaş’a. Kalkan Kaş arası çok güzel koylar varmış ama hızlıca geçtim buraları. Kaputaj Plajı bunlardan biri ve en bilineni.






   Yollar gayet düzgün olup sürekli kıyıdan ilerliyorsunuz. Sürekli gir-çık yapıyorsunuz ama irili ufaklı da yokuşlar mevcut. Yalnız benim gibi akşama doğru bir vakitte geçiyorsanız burayı, dikkat etmeniz gereken tek şey var o da: karaya doğru gelip de, denize doğru çıkış yaparken çok sert rüzgar yiyorsunuz. Yüküm olduğu halde çok kontrol kaybettim. Ama buna rağmen iyi bastım ve 1 saat 20 dk.’ya. Kalkan’dan Kaş’a vardım. Kaş'a gelmeden yaklaşık 2 km. beride de bu güzel manzarayı gördüm ve çekmek için durdum. İyiki de durmuşum :)




      Kaş’ın girişinden 1-2 km. kadar gittim ve bir piknik masası buldum. Şehir merkezini bilmediğim ve daha zor durumda kalacağımı düşündüm, Otogara gitsem malzemeler yürütülür ve rahatça uyuyamam diye düşündüm. Bisikleti yanaştırıp kitledim ağaca, çıkardım uyku tulumunu, serdim oturma yerine. Oturma yeri sırtımın eninden dar ve kollarım iki yana sarkıyordu ama yapacak da bir şeyim yoktu.


   Çaresiz bir durumdaydım… Cebimde para yoktu, Telefonumun şarjı bitmek üzereydi ve sabaha da daha çok vardı. En son anneme ve Tuğrul’a mesaj attım durumumu ve nerde olduğumu bildiren ve kapadım gözlerimi. Bu arada telefon çaldı. Tuğrul aramıştı ve ben de şarj bitmesin diye meşgule aldım, mesaj attım. O da bana msj attı “Ben de Kaş’tayım” diye. Tuğrul’a ulaşmaya çalışıyorum ama ulaşamıyorum. Sonradan öğreniyorum ki birkaç km. ilerimde J Hemen toparlanıyorum dediği yere gitmek ve onunla görüşmek için. Ama tırsıyorum çünkü Tolga’yı daha yeni kaybettim. Tırsa tırsa dediği yere doğru ilerliyorum. 5 dk. sürmüyor buluşmamız ve ayarladığı kampinge, Can Mokamp’a yerleşiyoruz. Çadırları kurduktan sonra bana kendi elleriyle yaptığı feneri veriyor. PowerLed ile yaptığı fener hem önümü hem de bi 20 metre önümü aydınlatıyor. İyi göz alıyor aynı zamanda J Ellerine sağlık Tuğrul J
   Önce, açım diyorum. Merkeze, limana inip turluyoruz ve yemek için temiz görünen bir yer buluyoruz. Yine pideye mahkumum ama bu sefer ki esaslı bir pide oluyor. Limanı da bir turlayalım diyoruz, gözümüz gönlümüz açılıyor J Neyse canım çok kalmadan dönüyoruz kampinge ve duş ihtiyacım için banyoya gidiyorum. Küçük bir duşakabin beklerken, abartmıyorum, 2*3 bir banyoya giriyorum. Kaç kişilik la burası gibi sorular aklıma geliyor J Her zaman dediğim gibi: Duş gibisi yok arkadaş yaa J Sonrasında Bar kısmına geçip telefonları şarj ediyoruz. Tuğrulum daha ilk gününde yorgunluktan ölmekte olduğu için yatıyor. Ben de Barda çalışan Fransız arkadaşla yaklaşık 1 saat muhabbet ediyorum. Kendisi birazcık İngilizce ve birazcık Türkçe biliyor. 1 saat nasıl anlaştık, ne konuştuk hatırlamıyorum valla J Yatmadan önce de sütümü içtiğim için rahatça uyuyorum J (Masraf 22 TL)


10. GÜN

    Sabah olup da çadırları yavaş yavaş toplamaya başladığımızda, yanımızdaki çadırda kalan çiftle de muhabbet ediyoruz ve benim geldiğim yerlere doğru gidiyorlarmış. Ben de tecrübelerimi paylaştım, pişmanlıklarımı söyledim ki onlar da es geçip pişman olmasınlar diye J Kaldığımız yerde, Can Mocamping’te kahvaltı etmeye karar veriyoruz çünkü fiyatı 10 TL. Kalkıp başka yer aramak ve toparlanmak ayrıca zaman kaybı olacaktı bizim için. Kahvaltı ederken küçük, güzel bir ayrıntı dikkatimi çekiyor. Dondurmada kullanılan külahların minik halini kase olarak kullanıyoruz ve içine reçel koyuyoruz J Gayet şık duruyor ve sonuna gelince mideye güzelcene indiriliyor. Adamın karnının doymasıyla yüz ifadeleri değişiyo yahu :-D


   Burayı sevmemize rağmen gidip gitmemekte kararsız kalıyoruz. Yazı-Tura atıyoruz ve gitme kararı çıkıyor. Sizce de güzel bir yer değil mi ? :-)







   Eşyaları toparlayıp önce limana iniyoruz. Tekne ile gidilir mi diye araştırıyoruz, hem tekne turu da atmış oluruz diyoruz ama maalesef öyle bir tur atılmıyormuş. Kaş’ın arkasında kalan dağlardan yamaç paraşütçüleri atlıyor ve limana iniş yapıyorlar, kısa bir süre onları izliyoruz ve yapamadığımız için hayıflanıyoruz L



   Limandan dönüp de Kaş rampasını çıkışımız 11:30’u buluyor. Hal böyle olunca da sıcak bizi mahvediyor. Bir de havanın sıcaklığına ek olarak yaklaşık %10’luk bir rampa ve 11-12 km boyunca çıkış olunca iyice mahvoluyoruz.




   Burada da yolun kenarından akan buz gibi dağ suyu vardı ve kısa bir süre beni serinletti.



Burada da Tuğrul yola bakıcam derken kenara bindiriyor :-) Sonra da yanıklarına bakıyor :-)





   Arada fotoğraf için durduğumuzda bir araba yanaşıyor yanımıza. Onlar da herhalde fotoğraf çekilecek diyoruz ama onlar da bisikletçi çıkıyor. Benim bisikletin arkasında ki yazıyı okuyorlar ve yanlış hatırlamıyorsam kendileri Tolga’yı Başmakçı Bisiklet Festivali’nde tanımışlar. Yükümüzü taşımayı teklif ediyorlar önce, ama daha sonra Kekova’da Kale’ye gideceklerini söylüyorlar ve biz de ne olur ne olmaz diyerek, teşekkür edip yüklerimizi vermiyoruz. Neyse ki çıkışlarımızın sonunda Kekova yol ayrımı tabelasını görüyoruz.


    Kısa bir çıkış ve uzun bir iniş, arkasına %7’lik bir rampa ve sonrasında uzunca bir iniş. Ve 3. rampaya da tırmandıktan sonra nihayet Kekova’yı görüyoruz. Daha doğrusu muhteşem bir yeşil-mavi sıralamasına şahit oluyoruz.



   Kekova’ya indikten sonra direk limana çıkıyoruz ve orada da dondurmacı Şükrü abiyle tanışıyoruz.
Sağ olsun bir çok konuda yardımcı oluyor bize J Önce kalacak yer konusunda, Amerikalının bahçesini söylüyor, daha sonra yiyecek yer tarifi konusunda ve burada kalmak yerine Olympos’a gitmemiz konusunda J Dediği tam olarak şuydu: “Gençler burada hayat yok ki, asıl hayat Olympos’ta. Ben haftada 2 gün oraya giderim. Siz en iyisi bir an evvel oraya gidin J” Tuğrul’a kalsa o laftan hemen sonra çıkıp, gece varacak Olympos’a J Önce kalacak yer bulmalı diye konuşuyoruz Tuğrul’la. Daha sonra da tarif edilen yere doğru gidiyoruz fakat yol çok berbat, bisikletle girilecek gibi değil. Tam geri dönecekken bir bayanla karşılaşıp ona soruyoruz uygun bir yer. Burada pek uygun yer olmadığını söylüyor ama yakında ki bir koyu söyleyip, orayı da görmemiz gerektiğini söylemeden geçmiyor. Evlerin arasından geçip koyu buluyoruz. Fakat ikimiz de denize girmeye üşeniyoruz. Girecen de kuruyacan da ohoooo, uzun iş J Biz de sadece ayaklarımızı sokup dinlendirmekle yetiniyoruz. Ama denizin mavi rengi de çok hoştu.






   Çok fazla oyalanmadan dönüyoruz tekrar Kekova’ya. Midemizi doyurmak için bir yere oturuyoruz. Bu yerde bir yavru kedi var ki görülmeye değer J Pisi pisi diye seslendiğinizde ani ataklarla sizden ters yöne koşuyor. Dar alanda acayip hızlı bir şekilde hareket ediyor J
   Neyse efendim kalacak yer ararken en sonunda denizin kenarında ki ufak yeri uygun buluyoruz. (Herhangi bir yere kuramadık çünkü uyarmışlardı bizi akrep konusunda. Yazın akrep bolca bulunurmuş oralarda.) Karşımızda ki tekneden biri sesleniyor: “Gençler pansiyon lazım mı?”, biz de “Pansiyon bize tuzlu olur” diye cevap veriyoruz. ”Buraya gelin, yardımcı olayım” diyor. Biz de hemen dalıyoruz marinaya. Kişi başı 20 TL’den teknede kalın diyor. Önce tamam diyip yüklerimizi boşaltıyoruz, sonrasında “Yanımızda birazcık nakit kalsın, yarın yola çıkacağız” diyoruz. Adama 2 kişi için 30 TL ücret ödüyoruz. Yüklerimizi boşaltırken başka bir tekne sahibi  de aç olup olmadığımızı, yeni yemek yapıldığını söylüyor. Teşekkür ediyoruz çünkü daha yeni yemek yemişiz. Bu arada her geçen kişi de bisikletimin arkasında ki yazıyı okuyor, bana soru soruyor, ben de anlatıyorum dilimin döndüğünce. Kaptan köşkünün hemen önünde ki güneşlenilen yere tulumlarımızı serip uyumaya çalıştık.



   Çalıştık diyorum çünkü tam anlamıyla deliksiz bir uyku çekemedik. Önce etrafta ki ışıklar ve sesler bunu engelledi. Sonra ise horozlar. Yahu bir horoz sabah öter ancak. Bunlar gece olmadan başladı ve zincirleme reaksiyon yapıyor. Bütün horozlar sabah ezanına kadar öttü. Sanki dibimde ötüyor. Sabah ezanı ile de köpekler ulumaya başlamaz mı L Mahvolduk o gece yaa L (Masraf 22 TL)


11. GÜN


   Sabah 05:30’da kalkma konusunda anlaşıyoruz ama bakıyoruz ki burada hala gün doğmamış, yine yatmaya devam ediyoruz. Saat 06:30 gibi hazırlığımızı yapıp yola düşüyoruz. Kekova çıkışında ki rampayı tırmanınca fıstık ezmesi ve sandviç ekmeğini çıkarıp bir güzel tıkınıyoruz Tuğrul’la beraber.
  









    Önce Demre, sonra Finike’yi geçmeliyiz ki ardından Kumluca ve Çıralı’ ya gelebilelim. Ana yola, yani Kaş-Demre yoluna çıkana kadar sağlam yokuşların olduğu fakat güzel de manzaranın ve sessizliğin olduğu yollardan geçtik. Bu yollarda sadece kuş sesleri vardı. Hani insanın huzuru yakaladığı nadir yerlerden biriydi desek yeridir J Yaklaşık 15-20 dakika kadar daha tırmanış yaptıktan sonra Kaş-Demre ana yoluna ulaşıyoruz.




    Ana yola çıkmamızla beraber uzun bir iniş vardı önümüzde. İhtiyacımızın olduğu türden bir iniş J (Tuğrul’um bir gün öncesinde iyi çıkmış bu yolları J) Demre’ye vardığımızda, genelde seraların olduğu bir ilçe karşılıyor bizleri. Öyle çok da turistin, kalabalığın olduğu bir yer görünmüyor gözüme.  Tuğrul’un 2 gün evvel uğradığı benzinliğe girip, ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalışıyoruz. Sonrasında da birazcık dinlenip yola koyuluyoruz.


     Demre-Finike arası; güzel koyların ve Rus kafileleriyle karşılaştığımız yolların olduğu bir güzergahtı J Yol boyunca destek alıyoruz insanlardan. İngilizce konuşmayı beceremeyen Ruslarla da konuşup derdimizi, sordukları ekipmanlarımızın ne işe yaradığını anlatmaya çalışıyoruz J






    Finike’ye yaklaştık, orası görünüyor ama bir türlü varamıyoruz girintili çıkıntılı koylardan. Ama ne olursa olsun çok güzel koylardan geçtik, bu koyları unutmam mümkün değil. Finike’ye geldiğimizde acıktığımızın da farkına varıp hemen girişinde ki lokantaya dalıyoruz. Tabi önce dışarıya asılan fiyatlara bakıyoruz, öyle dalıyoruz içeriye. Yediğimiz 2’şer Lahmacun ile 2’şer kola ve  gelen toplam hesap 18 TL ama mezeleri, salataları ile masa donatılıyor J






    Haritadan baktığımıza göre Finike ve Kumluca arasında uzun bir yokuş var ama bir türlü gelemiyoruz bu yokuşa. En sonunda Kumluca tabelasını da görünce diyoruz acaba biz yanlış yola mı saptık J Çünkü Finike’den bu yana hep deniz kenarından ve dümdüz bir şekilde yol aldık. En son yolu düzlemiş olabileceklerini düşünmeye başladık ve rampadan kurtulduk diye sevindik J


    Kumluca’nın içerisinde markete girip sıvı bir şeyler alıp yolu soruyorum. Meğerse asıl rampa Kumluca çıkışındaymış. Kumluca’nın çıkışına geldiğimizde ise hayatımda ilk kez gördüğüm 5 rakamlı tırmanış tabelası karşılıyor bizleri J 11.450 m. tırmanış varmış. Nasıl yaaa :-S
 

   Tırmanmaya başladık ama güneş bir farklı yakıyor bizleri. Nasıl bir açıyla vuruyorsa artık mahvediyor bizi. Neyse ki biraz ilerimiz daha gölgelik gözüküyor. Buradan ilerlerken ileride 2 bisikletli görüyoruz. Birazcık basıyoruz acaba kimler bunlar, Türk mü yabancılar mı diye. O arada da aklıma Yeliz geliyor. Acaba o mu diyorum ama zenci teni gibi teni olan bi hatun var ilerimde. Yok o değil diyorum ama heybesi, kaskı tam bi Yeliz. Artık yan yana gelince fark ediyorum ki bu Yeliz J Selam verince açıyor gözlerini. Meğerse o arada dalmış biraz da öyle gidiyormuş yolda. İyi ki ben geldim de uyandırdım, yoksa yola öylecene gidecekmiş garibim.  Bir süre beraber yol aldıktan sonra biz yavaşlıyoruz, Buffın emdiği ter, yine aşağıya, gözlerime akıyor ve o tuz nasıl yakıyor gözleri anlatamam L Onları siliyorum, çeşme bulup buffı yıkıyorum derken biraz zaman öldürüyoruz. Şahin Tepesi denen yeri geçtikten sonra yolun sağında bulunan kaktüsleri görünce duruyorum hemen ve saldırıyorum kaktüs incirlerine, tabii Tuğrul da boş durmuyor J




   Ama bunun ceremesini birkaç gün çektim maalesef L Öyle el yıkamayla falan gitmiyor çünkü dikenler. Birkaç tane yiyip, birkaç tane de poşete attıktan sonra yola devam ediyoruz. (Poşettekileri de Batı Ankara Grubumuza almıştım ama kimse yemedi sanırsam) Tırmandıkça tırmanıyoruz ama yol bitmiyor anasını satıyım J Bir dinlenme tesisi görüp su alıyoruz. Hem eldeki dikenleri götürmeye çalışıyoruz hem de kendimizi suluyoruz. Bu arada öyle bir Rus hatun görüyorum ki şaşıp kalıyorum. Öyle dünya güzeli değil yanlış anlaşılmasın.  Henüz genç bir kız ve bacak boyuyla toplam boyu benden uzun J Tuğrul’un deyişiyle: “Yok böyle bi bacak boyu yaa. Kızın bacağı benim boyum kadar. İnsanlığımdan utandım, yerin dibine girdim J” Neyse ki buradan sonra çok tırmanış yok önümüzde. Olympos yolu ayrımında ki polis ekibine soruyoruz işimiz garanti olsun diye. O da 2 giriş sonra olduğunu tarif ediyor ve devam ediyoruz yola.  

   Tuğrul oldukça aç bir halde yol alıyor. Birkaç kere girip yemek yiyelim, gözleme falan da olur diyor ama benim kendimi kaybettiğim anlardan birini yaşıyoruz yine. Çocuğu aç bıraktım ya la J Arkamdaki yüke rağmen 38-40 km. hızla ilerliyorum bir an evvel varmak için. Tuğrul da arkadan bana yetişmek için basmaya çalışıyor J Sonunda Çıralı tabelasını görünce ikimiz de çok seviniyoruz J



   Buradan sonra da çok riskli şekilde basıp iniyorum. Ana yoldan ayrılınca Çıralı yaklaşık 8 km’lik bir mesafe ama sürekli inişin olduğu ve tehlikeli virajların olduğu bir yol. Buralardan kesinlikle yavaş gidilmesi gerekiyor. Birkaç tane ciddi kazayı kıl payı yırtıyorum.

    Sonunda Çıralı’ya varıyoruz ama sanırım yanlış yoldan ilerliyoruz. Kankamı  yada Çağrı’yı tam olarak hatırlamıyorum kimi aradığımı, birini arıyorum ve çevreyi tarif ediyorum. Meğerse yanlış yola sapmışız. Daha sonra dönüyoruz ve bizi karşılamaya Vedat (Arıcı) kankam, Çağrı (Yıldırım) ve Ayşe teyzem (Kunt) gelmişler, hoş gelmişler J Hep beraber kamp alanımıza gidiyoruz ve geri kalanlarla görüşüyorum. Burada da Güzin ablam (Arıcı), Yeliz (Şimşek), Semih (Çanga), Taha (Çanga) ve ilk kez gördüğüm Deniz abla var. Hemen çadırı kurup malzemeleri atıyoruz ve kendimizi denize atıyoruz. Ama ben tabi ki yine kumsalda güneşlenmeye devam ediyorum J Kamp alnına dönüp yemeklerimizi yedikten sonra tekrar kendimizi o güzel Akdeniz akşamlarında ki Çıralı sahiline atıyoruz. 


    Bu resimde de Yeliz'in kafası ile benim boynumdan aşağısı birleşmiş gibi gözüküyor :-)


   Yıldızları izliyoruz uzun uzun… Yatma vakti gelince herkes çadırına çekiliyor ama bende uyku yok, keza Tuğrul da hala uyanık. İkimiz de atlıyoruz demir atlarımıza ve basıyoruz Çıralı’nın başına. Bunun nedeninin Kaktüs inciri olduğunu anlıyoruz. Çünkü daha önce de Saklıkent-Patara Plajı arasında ki yolu geçtikten sonra, 1 tane kaktüs inciri ile bol yokuşlu ve rüzgar yediğim yoldan Kaş’a varmıştım J Mecburen uyuyoruz, yorgunluktan değil.












   










No comments: